Neden Girişimler Değil de “Tosuncuklar” Yatırım Alıyor?

Osmanlı bürokrasisinden günümüze miras kalan bir deyiş hâlen geçerliliğini koruyor: “İcat çıkaranın başına iş gelir.” Bir şirkette işe başladığınızda ilk öğrenmeniz gereken şey, o şirkette işlerin nasıl yürüdüğüdür. Sizden beklenen, mevcut düzene dokunmadan adapte olmanızdır; yenilik yapmaya kalkışan ise her zaman risk alan taraftır.

Yakın zamanda bir lojistik firmasına yaptığım sunumda bu durumu net gözlemleme fırsatım oldu. Firmanın yöneticisi hanımefendi Shiptier’i çok beğendi, çalışmalarımızı takdir etti. Ardından şöyle dedi:

“Çok iyi tasarlanmış, emeğinize sağlık ama bizim beklentilerimizden uzak.”

Beklentilerini sorduğumda, mevcut operasyon sorunlarını yapay zekâ ile çözmek istediklerini söyledi. Ben de şu soruyu yönelttim:

“İhtiyacınız dünkü problemleri çözmek için yeni bir araç mı, yoksa yapay zekâ çağının gereklerine hazır bir altyapı mı?”

Verdiği cevap aslında çoğumuzun yaşadığı ikilemi özetliyordu:
“Elbette yeni çağa hazır olmak istiyoruz ama güncel problemlerimizin acısı çok fazla.”
Yani yapay zekâ çağında artık modası geçmiş çözümlerle ilerlemenin mümkün olmadığının farkındaydı.


Bu statükocu durumun farkında olan sadece özel sektör değil; devlet de uzun süredir bunun farkında. Statükocu bu bakış açısı, amir ve müdürlerin mevcut düzenlerini güvence altına alıyor; ancak teknolojik dönüşüm karşısında acıyı azaltmak yerine büyütüyor.

Devlet inovasyonu desteklemek istiyor. TÜBİTAK ve Teknoloji Bakanlığı birçok program yürütüyor ve desteklenecek projelerde teknopark girişimlerine öncelik veriyor. Ama hâlâ aşılamayan bir “ses duvarı” var.

Buradaki temel çelişki şu:
İnovasyon farklı olmayı gerektirir; devlet ise regülasyonlarla, yani önceden belirlenmiş kurallarla hareket eder.
Bu iki doğa çoğu zaman çatışır.

2019’da TÜBİTAK başvurusu yaparken formda şöyle bir bölüm vardı:

“Projenin ana çıktılarını en az 400 kelime ile açıklayın.”

Oysa inovasyon, var olan bir ürünü ya da süreci; aynı enerjiyle daha kısa sürede veya daha az enerjiyle aynı sürede gerçekleştirebilmektir. İnovatörün motivasyonu, müdüründen takdir almak değil; yeni ve işe yarayan bir şey üretmektir.

Ancak projeleri değerlendiren kişiler, kendi üst yönetimlerine karşı risk almak istemedikleri için çoğunlukla yeniliği değil, regülasyonun istediği güvenli formu tercih eder. Bu da inovasyon ruhunun bürokrasiye kurban edilmesine yol açar.


Demem o ki; devlet fiziki imkân sağlasın: elektrik–su–internet versin, bunu üç-beş yıl boyunca sürdürsün; hatta başvuruyu yapmak bile yeterli olsun. Eğer devlet projeleri ölçmek ve değerlendirmek istiyorsa, her on kişilik girişim grubu için bir personel atasın; hatta o personeli girişimler puanlasın, devlet ise kendi personelini denetlesin — inovasyon yapanı değil.
Devlet destek vermek zorunda değil. Asıl ihtiyaç; girişim sermayesinin projeleri inceleyip yatırım yapmasının önündeki görünmez engellerin kaldırılmasıdır.

Türkiye’de “Tosuncuk” gibi girişimlere milyonlarca dolar yatıran bir kitle varken, gerçek inovasyonlara yatırım neden ulaşmıyor? Asıl çözmemiz gereken soru burada. Devlet her şeyi yapmak zorunda değil. Yapması gereken; teknolojik zemini doğru regüle etmek ve inovasyonu mümkün kılacak ekosistemi oluşturmaktır. Risk sermayesini seven — ki ülkemizde bolca var — kesimin inovasyona yönelmesini teşvik etmektir.


Yakın zamanda görüştüğüm bir girişim sermayesi yöneticisi Shiptier ile ciddi şekilde ilgilendi; ancak yatırım kararı alınmadı. Bu normal. Her girişim yatırım almak zorunda değil.
Ancak kısa süre sonra yayınladığı lansman videosunda şu cümleyi duymak biraz ironikti:

“Biz bir girişim sermayesi olarak sadece startuplara değil, Türkiye’de gayrimenkule veya Amerika’da Apple’a da yatırım yapacağız.”

Bir topluluk “girişim sermayesi” kurmak için bir araya geliyorsa ve sonuç arsa almaya çıkıyorsa, sistemi baştan aşağı yeniden düşünmenin zamanı gelmiş demektir.

Share your love
Seyfi ARICI
Seyfi ARICI
Articles: 1

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir